Dengede Kalmanın Sırrı Anlamaktır

Dervişin Teselli Koleksiyonu, Hâletiruhiye, Yaşamın Gizli İşaretleri, İçebakış Fragmanları gibi bazıları “best seller” kitaplara imza atan felsefe öğretmeni Mecit Ömür Öztürk kitaplarını ve hayatın tesellilerini konuştuk. Dostoyevski’den Schopenhauer’a İbnül Arabi’den Abdülkadir Geylani’ye, Kierkeaard’dan İmam-ı Gazali’ye, doğudan ve batıdan bilgelerden teselli izlerini sürdük.

Kısaca biraz kendinizden ve bu kitapları yazma sürecinizden bahseder misiniz? Nasıl karar verdiniz Dervişin Teselli Koleksiyonunu yazmaya, sizi tetikleyen ne oldu?


Felsefe öğretmeniyim. Son yıllarda bazı kitap çalışmalarıyla meşgul olmaya başladım. Öncesinde bir medya geçmişim var. Dervişin Teselli Koleksiyonu, diğer kitaplarıma göre daha fazla ilgi gördü.

Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş biriyim. Öncelikle kendime, sonra da başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir çalışma ortaya koymaya çalıştım. Bir kısmı tozlu raflarda kalmış kadim kitaplardan, günümüz insanının sorunlarına bazı çözümler bulmaya gayret ettim.

Âlimlerden de filozoflardan da, yaralanmış insan zihnini ve kalbini onaran yaklaşımlar yakalamaya çalıştım. Kitabı okuyanların, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden inşa etme heyecanını kazanmış olmalarını amaçlamıştım. Bilgi veren kitaplar vardır, huzur veren kitaplar vardır. Bu, ikinci kategoride bir çalışmaydı.

İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? Alkol, uyuşturucu veya zararlı bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyaları açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. Bugün ister edebi alanda, ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. İnsana ümit vermeye, onu ayakta tutmaya çalışan eserler üretmek zorundayız. İnsanın en azından kitap okumakla dindirilebileceği kederleri de vardır ve bunlar bence pek çoktur.


Teselli kelimesinde biraz avuntu anlamı da yok mu? 


Teselli ve ümit odaklı kitap çalışmalarında gözden kaçırılmaması gereken şey, gerçekliktir. Maksat, düşünceler yoluyla insanı uyuşturmak değil, onu uyandırmak olmalıdır. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecektir. İnsanı gerçeklerden kısa bir süre uzaklaştıran ama ardından daha sert bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakan bir afyon gibi olmamalıdır bu eserler. Çekilen acıya bir başka pencereden bakabilmeyi içermelidir ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getirmeyi başarmalıdır. Dervişin Teselli Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme antrenmanıydı aslında. O kadar fazla açıdan bakınca da, insan teselli de olmuş oluyor muhakkak. Ama bununla birlikte bir onarımın da hedeflendiğini söylemek gerekir.


Büyük bir satış başarısına ulaştı bu kitap. Bunu bekliyor muydunuz? Nasıl tepkiler aldınız? İnsanların geri dönüşümleri nasıl oldu?


Kitabı yazarken, yayın odaklı yazmadım, elimdeki dosyayı bitirme odaklı çalıştım. Hayırlı bir iş olarak gördüğüm bu konunun yazma aşamasının bitirilmesini öncelikli görev olarak gördüm. Dosyanın bitmesinin ardında bekleyen süreci kendime değil, kadere bağlı bir süreç olarak yorumladım. Kitabın yayınlanıp yayınlanamayacağından bile emin değildim. Gönderdiğim ilk on yayınevinin tümü aylarca inceledikten sonra kitabı reddetti. On birinci sırada gönderdiğim yayınevi ise, dosyayı e-posta olarak ulaştırmamdan neredeyse beş dakika sonra yayınlanabilir kararını verdi. Kitabın kendi özel öyküsü olduğunu ve bu öykünün benim plan ve kararlarımdan ayrı bir düzlemde gerçekleştiğini o gün anladım.

Olumlu geri dönüşler tahminimden çok fazla oldu. Hemen her gün zamanımın bir kısmını, kitapla ilgili düşüncelerini ileten okurlara cevap yazmaya ayırıyorum. Genellikle tıkanmış, zor zamanlardan geçen kişilerin, kendilerine kitabın tam zamanında denk geldiğini söylemeleri beni mutlu ediyor.


Doğu’dan Batı’dan doksan dokuz teselli aslında Allah’ın güzel isimlerini kendinizce yorumlayışınız. Ama içinde Kuran ve İslami kaynakların yanı sıra Dostoyevski’nin, Goethe’nin batılı filozof ve yazarların da sözleri ve bakış açıları var. Buradaki amaç neydi?


Acıların anlamını tahlil ederken, öncelikle insanın ve acıların yaratıcısına danışmak elbette en isabetli olanıdır. Oradan yaptığımız çıkarımların gerek doğulu gerek batılı düşünürlerce yapılan çıkarımlara tevafuk etmesi, onlarla benzer çizgide uyum içerisinde olması, insanın bu tahlillere daha da sıkı sarılmasıyla sonuçlanabiliyor. Maksadım bir yandan da keyifli bir okuma deneyimi sunabilmekti. Rilke’yle Harakani Hazretlerini aynı cümlenin içinde buluşturmak, edebi bakımdan yazarken bana, okurken de okurlarıma ayrı bir edebi bir tat sunmuştur diye ümit ediyorum.

Batı’yı ve Doğu’yu neden aynı zeminde buluşturmaya çalıştığıma gelince, Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi, Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.

Neticede Doğu’nun da Batı’nın da ortak meselesidir hüzün.

Avusturalya’daki bir ailenin sorunlarıyla, Arabistan’daki bir ailenin yaşadıkları çok benzerdir. Eşiyle sorunu vardır, çocuklarıyla vardır, hastadır, evladını kaybetmiştir… Bu insanların kendileri değilse de acıları akrabadır. Bunu hazlar için söyleyemeyiz. Bir Sudanlının lüks bir evden aldığı haz, onun eve yüklediği tarihsel anlamın farklılığından dolayı bir İngiliz’inkinden farklı olabilir. Ama dişimiz ağrıdığında dünyada dişi ağrıyan herkesle benzer bir sıkıntı yaşarız. Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… Nietzsche diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz görünecektir.” Ben bu cümleyi bir konferansta yanlışlıkla Muhyiddin Arabi’nin sözü diye aktarsam, karşımdakiler Arabi uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Arabi’nin sözüne benzemiyor, diyeceğini sanmıyorum.


Rilke’nin bir sözünü almışsınız: “Bizler ızdırapları heba edenlerdendik” diye… Bunu biraz açar mısınız?


Acılar karşısında üç yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Birincisi onları yok etmeye çalışmak, ikincisi onları bir şey yapamadan seyretmek yani sabır ve tahammül etmeye çalışmak, üçüncüsü de onlardan faydalanmaya çalışmak… Sağlıklı olan yaklaşımın üçüncüsü olduğunu düşünüyorum. Istıraplara, acaba bundan nasıl faydalanabilirim, bunu altında ezildiğim bir yük değil de üzerine bastığım bir basamak olarak nasıl kullanabilirim diye derin tefekkür etmek gerekir. Başımıza gelen hadiseler, bizi sarsmak için değil, güçlendirmek ve geliştirmek için gelir. Ama bu onlara biraz da o gözle bakmakla ortaya çıkan bir gerçektir. Alıcı gözle bakmak… 


Hepsini okudunuz mu bu kitapların?


 
Kitapta isimleri geçen eserlerin büyük bir kısmı okuduklarımdan… Fakat bazı meseleler var ki, onları bazen yolda yürürken yanından geçtiğim insanların değindiği bir meseleden, bazen otobüste yanında oturduğum kişinin -neredeyse gözüme sokarcasına okuduğu- gazetenin veya kitabın bir bölümünden aldığım da oldu. Kitaba girmesi gereken, orada olmasının faydalı olacağı içeriklere hiç umulmadık yerlerde rastladığım da oldu. Nihayetinde kitapların da kaderi var ve nasibinde olan içerikler eninde sonunda onlarda yer bulmayı bir şekilde başarıyorlar diye inanıyorum. 


Musibet bize neden verilir? Temelinde ne var bu dersin?


Bence bu sorunun tek bir cevabı yok. Belki binlerce cevabı var. Musibetin bir insana gönderilme sebebiyle, bir başka insana gönderilme sebebi farklı olabilir. Yani insan sayısınca farklı hikmetler söz konusudur. Tek bir insanı ele aldığımızda da, onun başına geçen yıl gelenlerle bu yıl gelenler arasında hikmet bakımından farklar olabilir. Bu sebeple her musibet özel bir mesajla, kişiye ve o zamana has bir anlamla insana ulaşır. Musibet kelimesiyle isabet kelimesi aynı kökten kelimelerdir. Kişiye özel anlam yüklü olan bu hadiselerin, bir vaka incelemesi şeklinde ele alınması durumunda birçok anlam ortaya konulabilir. Dervişin Teselli Koleksiyonunda doksan dokuz başlık halinde, insanın başına bu hadiseler neden gelir sorusunun cevabını aradım. Bu içeriklerden her biri genel bir çerçeve çizdiği için, kitabı okuyanlar, kendi başına gelenler için manevi bir yorum üretme konusunda daha fazla mesafe kat etmiş olacaklardır diye düşünüyorum. Bu başlıklardan birini ön plana çıkarmam gerekseydi, bu soruya cevap olarak inkişaf tesellisini ön plana çıkarmak isterdim. Musibetlerin önemli anlamlarından biri de, insanın içindeki potansiyellerin açığa çıkmasına vesile olmasıdır ve buna eski dilde inkişaf denilmektedir.


Ruhsal olarak huzurda ve dengede kalmanın sırrı size göre nedir?


Eksiksiz bir ruhsal huzurun ve kusursuz bir psikolojik dengenin kurulamayacağına inananlardanım. Bunun en azından bu dünyada olamayacağını düşünüyorum. İnsan acılarıyla ve sevinçleriyle insandır. Başarıları ve başarısızlıklarıyla insandır. Dengeli halleri ve zaman zaman dengeyi kaybetmiş halleriyle insandır. Mantığı ve mantık dışı tutumlarıyla insandır. İnsanı tam olarak dingin bir ruh haline ulaştırdığını ve hep öyle kalmasının bir formülünü bulduğunu öne süren yaklaşımlar da var elbette. Hadiseler üzücü halde geldiğinde üzülmeyen, gerginlik başladığında öfkelenmeyen, gözyaşları onu zorladığında bunu engellemeyi geçiyorum, o haldeyken gülümsemeyi hatta kahkahalar atmayı bile başaran bir insan fikri bana ölü bir insan fikri gibi geliyor. Ben bunu sanayinin ve teknolojinin ilerlemesiyle benzer görüyorum. Hep daha kusursuz makinalar gördük, hep daha az eksiğe sahip olan ve git gide mükemmelleşen aletler üretildi. İnsanı da zaman ilerledikçe daha az acı çeken ve daha az kusurlu bir varlık olmaya doğru gider diye düşündük. Halbuki insanın ilerleme tarzıyla teknolojinin ilerleme tarzı birbirini tutmaz. Makinalar zaman ilerledikçe eksiklerden arınmaya, insansa zamanın gerisinde, kadim zamanlarda elde edilmiş “ruhsal denge”ye ermeyi yeniden öğrendikçe daha dingin olur.

Fakat huzurda ve dengede kalmaktan kasıt, sekine içerisinde bir dinginliğe, bir iç bütünlüğüne ermekse; yani insanın bütün gerçekçi taraflarıyla birlikte, onun insani olan yanlarını törpülemeden ona doğal ve dengeli bir hal kazandırmaksa… O halde bunun elbette -herkese göre ayrı- bir sırrı olmalı.

Dengeli bir ruh hali için son yıllarda “kabullenme” kavramı üzerinde çokça duruldu. Yaşamı kabullenmek, insanları kabullenmek, hadiseleri kabullenmek, karşımıza çıkan yeni gelişmeleri kabullenmek, bazen hayal ettiklerimizin, planladıklarımızın gerçekleşmemesini kabullenmek, istediklerimizin olmamasını kabullenmek… Yaşam sistemimizin tamamen bize ait olmadığını ve her karışıyla gerçek bir sahibinin var olduğunu kabullenmek… Kabullenmek derken de mücadele etmemekten, her şeye teslim olmaktan, çaba sarf etmemekten bahsedilmedi. Gayret ve çabalarımıza rağmen karşımıza çıkan durumlardan bahsedildi. Kendimizi kabullenmek ve dış dünyamızı kabullenmek, geçmişle, gelecekle barışmak… Hüzünlerimizle de sevinçlerimiz kadar sevmek ve benimsemek… Fakat bence bu kabullenme fikri, yerini bir başka meseleye, “anlama” kavramına bırakması gerekir. İnsan arka planını, gerçek anlamını kavrayamadığı, sebep sonuç ilişkilerini iyi tahlil edemediği meseleleri nasıl kabullenebilir, onlarla gerçek bir barış içerisine nasıl girebilir? Dengede kalmanın sırrı bence anlamaktır, çözümlemektir, başımıza gelen en küçük şeyin bile görünen ve görünmeyen anlamları üzerinde durabilecek bir kabiliyete ermektir. Gerçek ve faydalı bir kabul ancak yeterli bir çözümlemenin ardından geliyorsa hakikidir, yoksa o bence etkisi kısa zamanda kaybolacak olan sahte bir kabul olacaktır.


Korona da bir musibet ve toplu olarak dünyaya geldi? Bazıları Korona’nın biyolojik silah olduğunu söylüyorlar. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz ne anlamamız gerekiyor sizce bu musibetten? Eğer bu doğruysa Allah buna sizce hangi anlamda izin verdi?


İster biyolojik bir silah olsun, ister tabii bir afet olsun fark etmez, yaşamın bunca merkezine giren ve herkesi derinden etkileyen böyle bir gelişmenin yaratıcının izni haricinde olması, onun hükmü dışında gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Ben burada ilahi sırrın hani şu çok sloganlaşan “sosyal mesafe” kavramında yattığını düşünüyorum. Yaratıcı, insanla insan arasındaki “yakınlığı” “mesafeye” çevirdi. Şöyle bir ayrılın bakalım, dedi. Çünkü yan yana gelmeler, birlikte hareket etmeler, birlikte oturup kalkmalar artık iyilik için, hayır için, faydalı olmak için değildi. Genellikle üzmek için, sarsmak için, zedelemek için, kirletmek için insan insanın yanına yaklaşıyordu. İyi niyetli ve samimi duygularla ve başkalarının iyiliği adına yan yana gelme biçimleri neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumdaydı. Dünya çapında bu böyleydi ve insan ruhunu zedeleyen bu yakınlaşma şekillerine bir “dur!” ihtarı verildi diye düşünüyorum. Bir taraftan da, insanların kendileriyle baş başa kalıp işten, güçten, okuldan ve arkadaşlardan uzak bir şekilde kendi varoluşu, yaşama niçin geldiğini ve nereye doğru gittiğini sakin kafayla düşünmesi için bir imkan verildiğini düşünüyorum. Sürecin uzamasının altında da, insanoğlunun bu mesajları almaya niyetli olmaması faktörü yatıyor bence. Tabi bunlar şahsi fikirlerim.


İbadet ve dua insanı korur mu başına gelebilecek musibetlerden?


Görünen o ki bu konuda iki farklı yaklaşım var. Birinci görüşe göre duayla, ibadetle başımıza gelmiş olanlardan veya geleceklerden kurtulamayız, fakat dualarımız bize bir sakinlik, eskilerin söyleyişiyle bir sekine hali kazandırır. Bu açıdan duanın kazandırdığı tek şey psikolojik bir rahatlamadır. İkinci görüşe göre de, dua ve ibadetlerimiz gerek başımızdaki kederlerin azalmasına veya kalkmasına, gerekse gelecekten bize doğru yola çıkmış olanlarından korunmamız konusunda önemli bir etkiye sahiptir. Ben bu düşüncelerden ikisinin birlikte yan yana bir gerçekliği olduğu kanaatindeyim. Duanın koruyucu, değiştirici ve dönüştürücü büyük bir gücü olmakla birlikte, yaşattığı kalp huzurunun da onun bir başka işlevi olduğu fikrindeyim.